İşte ilk kez hâkim karşısına çıkan Ümit Özdağ'ın savunması

İşte ilk kez hâkim karşısına çıkan Ümit Özdağ'ın savunması

SİYASET, 29 Nisan 2025 Salı, 12:29
19 Ocak'ta Antalya'da partisinin İl Başkanları İstişare Toplantısı'nda yaptığı konuşmada "cumhurbaşkanına hakaret" suçunu işlediği iddiasıyla 4 yıl 8 aya kadar hapis istemiyle hakkında dava açılan Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, Çağlayan'da İstanbul 35. Asliye Ceza Mahkemesi'nde hâkim karşısına çıktı. Davanın ilk duruşmasında karar çıkmadı. Savcı mütalaa için zaman istedi. Dava 10 Eylül Çarşamba gününe ertelendi. Özdağ, 30 sayfalık bir savunma yaptı. İşte o savunmanın tam metni...

Silivri'deki Marmara Cezaevi'nde 19 Ocak'tan beri tutuklu bulunan Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, ilk kez hâkim karşısına çıktı.

19 Ocak'ta Antalya'da partisinin İl Başkanları İstişare Toplantısı'nda konuşan Zafer Partisi Genel Başkanı Özdağ, "Son bin yılda gerçekleşen hiçbir Haçlı Seferi, Erdoğan'ın ve AKP'nin Türk milletine ve Türk devletine verdiği zararı vermemiştir" demişti.

Bu konuşmasından bir gün sonra "cumhurbaşkanına hakaret" suçlamasıyla Ankara'da gözaltına alınan, savcılık ifadesinin ardından da "halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme" suçlamasıyla tutuklanan Ümit Özdağ hakkında "cumhurbaşkanına hakaret" suçlamasıyla 4 yıl 8 aya kadar hapis istemiyle dava açılmıştı.

Ümit Özdağ'ın "Cumhurbaşkanına hakaret" suçlamasıyla yargılandığı davanın ilk duruşmasında karar çıkmadı.

Savcı mütalaa için zaman istedi. Dava 10 Eylül Çarşamba gününe ertelendi.

30 SAYFALIK SAVUNMA YAPTI

Bugün İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nda görülen, Özdağ'ın savunmasıyla başladı.

Özdağ, 30 sayfalık savunma yaptı.

Özdağ, "Cumhurbaşkanına hakaret" suçundan yargılandığı davadaki savunmasında, "Cumhurbaşkanına hakaret' suçlaması ile ilgili düzenleme, parlamenter sistem döneminde, tarafsız yani partisiz Cumhurbaşkanını korumak için yapılmış bir düzenlemedir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde bu maddenin anlamı ortadan kalkmıştır. Cumhurbaşkanının ne zaman siyasi parti genel başkanı, ne zaman cumhurbaşkanı olduğuna kendisinin karar verdiği bir ortamda, demokratik siyaset ortadan kalkmaktadır" dedi.

Sözlerinin "düşünce hürriyeti kapsamındaki siyasi eleştiriler olduğunu" ifade eden Özdağ, beraatını istedi.

İşte Ümit Özdağ'ın savunmasının tam metni...

Sayın Hâkim;

AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 18 Ocak 2025 tarihinde, Ak Parti Mersin İl kongresinde, Ak Parti Mersin il delegeleri ve üyelerine bir konuşma yapmıştır. Erdoğan konuşmasında şöyle demiştir:

"Ülkemizin ilk 80 yılına, asırların yorgunluğuyla, 1. Dünya Savaşı'nın yükü altında kalan Osmanlı'dan cumhuriyete geçişin sancıları damga vurmuştur. Tek parti faşizminin, milletimizin inancına, tarihine, kültürüne yönelik tahrip edici, baskıcı politikalarının ağır bedellerini ödedik."

19 Ocak 2025'te Antalya'da Zafer Partisi il başkanları toplantısında, Ak Parti Genel Başkanı Erdoğan'ın, İstiklal Harbimizin önderi ve Cumhuriyetimizin kurucu Atatürk'ün politikalarını, milletimizin inancına tarihine ve kültürüne ağır bedeller ödeten politikalar olarak gösteren açıklamasına, şu ifadeler ile cevap verdim:

"Bu mücadelede, bu politik fikri mücadelede, mücadele ettiğim PKK gibi, FETÖ gibi, IŞİD gibi terör örgütleri vardır. Bütün bunlar karşısında Zafer Partisi, Cumhuriyetin kuruluş felsefesini, temel ilkelerini, milletimizin ve devletimizin bağımsızlığını ve bölünmez bütünlüğünü kararlılıkla savunmaktadır.

Ancak ne yazık ki, Zafer Partisi ülkemizin bölünmez bütünlüğünü, Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesini, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün bırakmış olduğu değerli mirası sadece bunlara karşı değil, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP'ye karşı da savunmak durumundadır. Recep Tayyip Erdoğan, dün Mersin'de partisinin kongresinde yapmış olduğu konuşmada şöyle söylüyor; "Ülkemizin ilk 80 yılına asırların yorgunluğuyla 1. Dünya Savaşı'nın yükü altında kalan Osmanlı'dan cumhuriyete geçişin sancıları damga vurmuştur. Tek parti faşizminin milletimizin inancına, tarihine, kültürüne yönelik politikalarının ağır bedellerini izledik.", demiş.

Değerli Zafer Partililer, Türk milleti 1000 seneden beri Anadolu'da egemenliğini sürdürüyor. 1000 sene boyunca birçok Haçlı Seferine maruz kaldık. 1. Haçlı Seferi 1095 yılında başladı, son haçlı seferi 1914,1922 yılları arasında gerçekleşti. Son büyük Haçlı Seferini Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde Anadolu'da mağlup ettik ve Haçlı Ordularını Akdeniz'in soğuk sularına gömdük. Türkiye Cumhuriyeti, Türk milleti için yeni bir Ergenekon oldu ve bu yeni Ergenekon'da aziz milletimiz güçlendi, silahlandı, sanayisini inşa etti. Yıkılış döneminin bırakmış olduğu hastalıkları bertaraf etti. Sonra Hatay'ı aldı. Sonra Kıbrıs'ta devlet kurdu.

Emin olun ki, son 1000 yılda gerçekleşen hiçbir Haçlı Seferi Erdoğan'ın ve AKP'nin Türk milletine ve Türk devletine verdiği zararı vermemiştir. Hiçbir Haçlı Seferi, Türk devletine casusları sokamamıştır. Erdoğan casus FETÖ'yü Türk devletine soktu, Türk devletini FETÖ'ye teslim etti, FETÖ'ye paralel devlet kurdurdu. Hiçbir Haçlı Seferi Türk milletini Deist, Ateist, Hristiyan yapamamıştır. Erdoğan döneminde Türk milletinin geniş kesimleri Allah'la aldatanlardan dolayı dinlerinden soğumaya başladılar ve Erdoğan döneminde Deist, Ateist oranı %16'yı aştı. Erdoğan bilmelidir ki; Cumhuriyeti kuran kadrolar Türk milletinin inancına, tarihine ve kültürüne saldırmamış, aksine Atatürk ve silah arkadaşları, Türk milletinin inancını, tarihini ve kültürünü korumuş ve geliştirmiştir. Türk milletinin inancına, kültürüne ve tarihine saldıran, tarihi "Fesli bir Deli"den öğrenen Recep Tayyip Erdoğan'ın kendisidir. Evet, Recep Tayyip Erdoğan; Türk milletinin tarihine ortaklar getirerek, Türk milletinin tarihini çarptırarak, Türk milletinin tarihine zarar vermektedir. Erdoğan, Türk milletinin devletini tarikat ve cemaatler arasında dağıtarak, şirk koşanları devlete ortak ederek, Türk milletinin inancına zarar vermektedir. Ve, milyonlarca sığınmacı ve kaçağı Anadolu'ya sokarak Türk milletinin kültürünü tahrip etmektedir. Ve yaşanan şey aslında bir AKP faşizmidir ve Zafer Partisi olarak biz ana muhalefet gibi bu faşizmle normalleşmeyeceğiz. Biz mücadele edeceğiz ve kazanacağız. Zafer Türk devletinin ve Türk milletinin olacaktır!"

Sayın Hâkim;

Bu iki konuşma, siyasi parti genel başkanları arasında gerçekleşen bir polemikten öte bir nitelik taşımamakta, en ufak bir hakaret niteliği de taşımamaktadır. Konuşmamın iki yerinde de "Erdoğan ve AKP" ifadeleri birlikte geçmektedir. Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı kimliğine değil, AKP Genel Başkanı kimliğine yönelik bir cevap olduğu ortadadır. Konuşma Antalya'da yapılmış olmasına rağmen; İstanbul Başsavcılığı, 20 Ocak sabahı, Cumhurbaşkanına hakaret suçlaması ile hakkımda soruşturma başlattı. Aynı gün Ankara'da, saat 18.30 sularında, 100'e yakın polis memurunun, bulunduğumun lokantanın çevresini kuşatması sonrasında gözaltına alındım.

Aynı akşam polis ve PÖH ekipleri tarafından, ortalama 150 km hızla bir konvoy eşliğinde İstanbul'a getirildim. Geceyi, İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde 2 metrelik bir kalasın üstünde geçirdim. 21 Ocak sabahı, Cumhurbaşkanına hakaret suçlaması ile ifadeye getirildiğim savcılık tarafından, Kayseri'de 30 Haziran 2024'te çıkan Suriyeli sığınmacılar ile ilgili olayları kışkırtma iddiası ile tutuklamaya sevk edildim. Bundan anladığım, Kayseri Başsavcılığı'nın ve Kayseri Emniyet Müdürlüğü'nün; Kayseri'de gerçekleşen olayları benim kışkırttığım kanısına, ya 7 aydır varamamışlar ya da bu kanıya varmışlar ancak görev ihmali yapıp gereken soruşturmayı açmamışlardır.

Sayın Hâkim;

Bugün yargılanmakta olduğum, Cumhurbaşkanına hakaret iddiası ile ilgili, savcılık daha sonra iddianame hazırlamış ancak suç unsuru olduğu iddia edilen konuşmamda hangi ifadelerimin ve neden hakaret olduğunu ifade etmemiştir.

Sayın Hâkim;

Cumhurbaşkanına hakaret suçlaması ile ilgili düzenleme, Parlamenter Sistem döneminde, tarafsız yani partisiz Cumhurbaşkanını korumak için yapılmış bir düzenlemedir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nde bu maddenin anlamı ortadan kalkmıştır. Cumhurbaşkanının ne zaman siyasi parti genel başkanı, ne zaman Cumhurbaşkanı olduğuna kendisinin karar verdiği bir ortamda, demokratik siyaset ortadan kalkmaktadır. Ben, Mersin Ak Parti İl Kongresinde konuşan Ak Parti Genel Başkanı'nı eleştirdim ve Cumhurbaşkanına hakaretten; 100 polis tarafından kuşatılıp, 25 polis tarafından gözaltına alındım. Bu; milletvekili dokunulmazlığına sahip olmayan hiçbir siyasetçi, hiçbir genel başkan ve hiçbir vatandaş Ak Parti Genel Başkanı'nı eleştiremez demektir. Bu hal; demokratik bir hukuk devletinde kabul edilebilecek bir hal değildir.

Sayın Hâkim;

Ak Parti Genel Başkanı Erdoğan ile yaşadığımız tartışmanın konusu tarihtir, Türk Tarihi ve Türkiye'nin bugünüdür. Bundan dolayı, bugün burada yapacağım savunmanın da tarihsel bir arka planı olacaktır.

Türk Milleti, tarihin en uzun devletli milleti olma niteliğine sahip iki milletinden birisidir. Türkler ve Çinliler, milattan önce 2000 yılından, milattan sonra 2000 yıllarına kadar 4 bin senelik bir muazzam zaman diliminde, devlet organizasyonu çerçevesinde varlıklarını muhafaza etmişlerdir. Türk Milleti'nin İslam öncesi tarihi; İskitler, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar ana hatları üzerinden 3 bin yıla yayılır.

Türk milleti; Karahanlı Kağan'ı, Saltuk Buğra Han'ın önderliğinde, takriben 1000 yıl önce İslam dinini kabul etmiş; Karahanlı Devleti ilk Müslüman Türk Devleti olurken, bugün sahip olduğumuz Müslüman Türk milli kimliğimiz de oluşmaya başlamıştır. Karahanlıları Gazneli Türk Devleti izlemiştir. Gazneli Devleti, değişik Müslüman devletleri, bir devlet çatısı altında yönetme konusunda Türklerin ilk devlet stajı olmuştur.

Büyük Türk Tarihinin şanlı sayfalarına imza atan Selçuklular ise Oğuzların Kınık boyundandır. Tuğrul Bey komutasında Türklerin bir bölümü, Dandanakan Savaşı'nın (1040) açtığı yol ile, İran Platosu üzerinden Anadolu'ya ulaşmışlardır.

Dandanakan Savaşı ve Selçuklular'ın İran Platosu üzerinde Anadolu ve Ortadoğu'ya ulaşmalarının stratejik olarak iki büyük sonucu vardır:

Anadolu'ya ulaşmak, Anadolu'nun ebediyen Türkleşmesini ve ikinci anavatan olmasını sağlamıştır. Anadolu'dan önce ulaşılan Ortadoğu'ya varış ise İslam dünyasının içine düştüğü amansız istikrarsızlığa son verişi sağlamıştır.

Selçuklu ordularının Ortadoğu'ya inişi başlarken, Abbasi Halifeliği yok olmanın eşiğindedir. Basra Körfezi, El Cezire ve Arabistan'ı denetimi altına alan Karmatilik; İslam'ı reddeden, mal ve kadında ortaklığı savunan vahşi komünist bir hareket olarak devletleşmiştir. Karmatiler Şam'a kadar ilerlemiş, 930'da Mekke'yi işgal etmişlerdir. Kâbe soyulmuş, otuz bin hacı katledilmiştir. Bu ilkel komünist devlet, yüz yıla yakın devam edecektir. Aynı dönemde; İran'da Zerdüşiliği temsil eden Büveyhi Saltanatı iktidarı gasp etmiştir. Büveyhiler, Bağdat'taki Abbasi Halifesini kontrolleri altında tutmaktadır.

Mısır'da Fatimi Şia anlayışı, Firavunlar dinini canlandırma yolundadır. Altıncı Fatimi Halifesi El Hakim Bi Emrillah kendisini tanrı ilan etmiştir. İslam dünyasındaki bu parçalanmadan istifade eden Bizans ise saldırıya geçmiş, İslam'ın dört yüz senelik kazanımlarını püskürterek, Antakya'yı işgal etmiş, Lübnan'a girmiştir. Bizans, Kudüs'ü almaya ve İslam Dinini, Arap Yarımadasına hapsetmeye hazırlanmaktadır.

İşte Selçuklu Türk orduları böyle bir ortamda, Oğuz Elinden Ortadoğu'ya inmeye başlamışlardır. Maide Suresi 54. ayette ''Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse duysun, Allah onların yerine kendisinin sevdiği onların da kendisini seveceği müminlere karşı boyunları aşağıda kafirlere karşı başları yukarıda Allah yolunda savaşan dil uzatanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir işte o Allah'ın bir lütfudur ki onu dilediğine verir. Allah ihsanı bol olan her şeyi bilendir.'' denmektedir.

Bir tarihçi, Türk tarihinin bu kesitinde yaşananları şöyle izah etmektedir;

''Tarihin bu kesitinde olaylar arasında olağanüstü bir eşzamanlılık mucizevi bir senkronizasyon vardır. Bizans haçını taşıyan zulüm orduları, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu, Suriye'yi istila ve bölgenin, İslam halkını bin bir hakaret ile kat ve esir ederken, Karmatiler Kabe'yi tahrip ve telvis ederken, Türklerin İslam oluşu tesadüfi değildir. Cenabı Hak, ordularını sahneye sürmektedir.

Türkler Allah'ın Ordusu olarak göreve çağrıldıklarını hissetmişlerdir."

Tuğrul Bey nereye geldiğini, niçin geldiğini ve kim olduğunu bilmektedir. 1043'te Halife Kaim'e gönderdiği mektupta kendisini şöyle tanıtır: ''Ben hür insanların evladıyım ve Hunların Kral hanedanına mensubum.'' Diğer bir ifade ile Tuğrul Bey, Oğuz Han'ın torunu olduğunu ifade ederken, yüksek Türklük bilincini ortaya koymaktadır.

Abbasi Halifesi El Kaim Bin Emrillah, Tuğrul Bey'i Bağdat'a davet eder. Tuğrul Bey ve Selçuklu ordusu, 1055 yılının Ramazan ayında Bağdat'a girer ve Buveyhi baskılarına son verir. Bölgedeki asayişsizliği sona erdirir.

24 Ocak 1058'de Bağdat'ta düzenlenen bir tören ile halife; Tuğrul Beyi, Doğunun ve Batının sultanı ilan eder. Tuğrul Bey'e iki kılıç takılır, başına sarık ve taç giydirilir. Sırtına, 7 İklime hakimiyeti işaret eden, tek yakalı yedi kaftan konulur.

Prof. Dr. Halil İnalcık ''bu andan itibaren İslam dünyasının riyaseti fiilen olduğu gibi hukuken de Türk soyuna Türk hükümetine ve hükümetlerine geçmiştir." demektedir.

Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'e; Doğu'nun ve Batı'nın hükümdarı "Sultanül İslam, Rikniddünya ve D'Din" denmesinin kişisel bir iktidar olayı olmadığı, Türklüğün İslamiyet için yüklendiği misyon, o çağda, bütün Türk aydınlarınca ve milletçe bilinmekte, şevkle övünçle benimsenmektedir.''

Sayın Hâkim;

26 Ağustos 1071 Türklerin Anadolu'ya yakın tarihte kitlesel olarak girişlerinin başladığı tarihtir. Türklüğün Anadolu'daki tarihi Sümerler ile başlamıştır. Cumhuriyetimizin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk el yazmalarında bu husus şöyle ifade etmiştir; "Bundan yedi bin sene evvel, Elcezire'de, beşeriyetin ilk medeniyetini kuran Sümer, Elam ve Akat kavimlerinde demokrasi prensibi tatbik olunmuştur. Filhakika, bu Türk kavimler, müttehit bir cumhuriyet teşkil etmişlerdir." (Afet İnan, Medeni Bilgiler, 11. Baskı, İstanbul, Şubat 2019, Örgün Yayınevi, s. 48)

İskit Türklerinin ve Hunların da Anadolu'ya girdikleri bilinmektedir. Daha sonra milattan sonra, 4. 5. ve 6. Yüzyıllarda, Türkleri, Anadolu'da Balkanlardan ve Kafkaslardan gelip yerleştirilen bir kavim olarak görürüz. Bizans ile iş birliği yapan bu grupların birçoğu Hıristiyanlaşmışlardır. Abbasi ordusundaki Türk Hassa birliklerinin de Tarsus'tan başlayıp Erzurum'a kadar uzanan hat üzerine yerleştikleri bilinmektedir. Özellikle 9. yüzyılda bu bölgelerdeki Türk nüfusu artmış, Eskişehir'e kadar uzanan hatta birçok kent geçici olarak Türkler tarafından işgal edilmiştir.

Güneydoğu ve Doğu Anadolu'daki Türk askeri varlığına, Bizans ancak 928-964 arasında son vermiş, Erzurum'dan Adana'ya kadar olan bölge Bizans orduları tarafından geri alınmıştır. Bu bölgedeki Türklerin yenildikleri dönemde yüz bin atlı çıkardığı bilinmektedir. Yani Türklerin 1071 öncesinde de Anadolu'daki sayıları küçümsenecek bir ölçüde değildir.

Selçukluların ilk Anadolu Seferini 1015-1016'da Çağrı Bey gerçekleştirmiştir. Daha sonraki yıllarda Selçuklular, Anadolu'nun sınırlarını özellikle de Güney Kafkasya'yı denetim altına almışlardır. 18 Eylül 1049'da Kutalmış Bey'in kazandığı Pasin Muharebesi, askeri açıdan Malazgirt'ten daha az önemli değildir ve Bizans yüz bin esir vermiştir. 1054'te Tuğrul Bey, 1055'te Yakuti Bey, Anadolu'ya tekrar girmiş, 1058'de Malatya'yı almışlardır. Selçuklular 1059'da Urfa'yı kuşatıp, aynı yıl Sivas'ı almış, 1068'de, 60'lı yıllarda Anadolu'ya birçok kez giren Afşin ise Sakarya Nehri kıyısına ulaşmış ve yine Afşin komutasındaki Türk ordusu 1070'te Denizli'ye girmiştir.

Özetle, Türkler Anadolu'ya aniden, 1071 yılında Malazgirt'le gelmemişlerdir. Hem tarihsel ve etnik bir derinliğe sahiptirler. Hem de bu coğrafyada hakim siyasi ve askeri güçlerle 1071 öncesindeki elli yıl içinde değişik boyutlarda mücadele etmişlerdir. Ancak; 26 Ağustos 1071'de Malazgirt'te Sultan Alparslan'ın kazandığı zafer ile Türk tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönem; Türk Milleti'nin tek başına İslam Dünyası'nın kılıcı ve kalkanı olarak, birleşik Hristiyan Avrupa kıtasına karşı bugüne kadar sürecek olan savaşıdır. Bu savaşın ilk aşamasında, 1071-1683 arasındaki 612 yılda Türk Milleti, Malazgirt'ten Viyana önüne kadar ilerlemiştir. Bu savaşın ikinci aşamasında ise Türk Milleti; 1683'te Viyana'dan, 1921'de Sakarya kıyılarına kadar Birleşik Hristiyan Batı karşısında, 238 sene süren bir gerileme; hatta yok oluşa yaklaşmayı yaşamıştır.

Malazgirt Savaşı'nın Türk tarihinde yeni bir başlangıç olduğunun, dönemin Türk aydınları da farkındadır. Karahanlı soyundan Prens Kaşgarlı Mahmut Malazgirt'ten altı ay sonra 25 Ocak 1072'de yazmaya başladığı ve 10 Şubat 1074'te bitirdiği Divan-ı Lügatit Türk'te şöyle demektedir: ''Allah'ın devlet güneşini Türk burçlarında doğurmuş olduğunu ve Türklerin üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve yeryüzüne hâkim kıldı. Cihan imparatorları Türk soyundan çıktı dünya milletlerinin dizgini Türklerin eline verildi. Türkler Allah tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. Haktan ayrılmayan Türkler Cenabı Hak tarafından hak üzerine kuvvetlendirildi. Türkler ile beraber olan kavimler bile aziz oldu. Böyle kavimler Türkler tarafından her arzularına eriştirildi. Türkler himayelerine aldıkları milletleri kötülerin şerrinden korudular. Cihan hâkimi olan Türklere herkes muhtaçtır. Onlara derdini dinletebilmek ve bu suretle her arzuya nail olabilmek için de Türkçe öğrenmek lazımdır."

Malazgirt Savaşı'nın bir diğer önemi, 1071'in önemi; bir Avrupa Devleti olan Doğu Roma'nın, nihai olarak yenilmesi ile bir Avrupa Devleti toprağı olan Anadolu'nun, Türklerin kesin hakimiyetine girmesinden kaynaklanmaktadır.

Nitekim, 1071'den dört sene sonra İznik'i alınmış ve Süleyman Şah tarafından 1080'de taht şehri ilan etmiştir. İznik'in Türk Başkenti olması ve üç yüz yirmi beş konsilinin toplandığı Ayasofya Kilisesi'nin cami yapılması, Avrupa'da şok etkisi yaratmıştır. Anadolu'nun fethi 1083'te tamamen bitmiştir.

İkinci bin yıla girerken gerçekleşen bu gelişme Türklerin 1000 ile 2000 yılları arasındaki jeopolitik çerçevelerini belirlemiştir. Oğuz Türklerinin önemli bir bölümü için hedef Batıya Avrupa'ya ilerleyerek Avrupa kıtası üzerinde hakimiyet kurmak olmuştur.

Öte yandan, Hristiyan Avrupa'nın Anadolu'nun fethine tepkisi, Malazgirt'ten yirmi dört sene sonra olmuş 1096'da ilk Haçlı Seferi gerçekleşmiş ve 1270'e kadar yedi Haçlı Seferi yapılmıştır.

İlk Haçlı Seferi'nin Anadolu'ya ulaşmasını takiben Sultan 1. Kılıç Arslan'ın Haçlı Ordusuna karşı uyguladığı vur-kaç savaşları ile bu ordunun beşte dördünü imha etmesine yol açmıştır. Buna rağmen Haçlı Ordusu 1099'da Kudüs'ü fethetmiştir. Bu seferin sonucunda Bizans, Batı Anadolu'ya tekrar dönmüş, Antalya'da bir Latin Kontluğu kurulmuştur. Bunu izleyen diğer seferler de Türkleri Anadolu'dan atmayı başaramamıştır.

Türklüğün Anadolu'da tutunması; 1116-1155 arasında kırk yıl hüküm süren, Sultan 1. Mesut döneminde gerçeklemiş ve oğlu 2. Kılıç Arslan'ın, 1176'da yüz bin kişilik Bizans ordusunu, Miryokefalon Savaşı'nda ezmesiyle kesinleşmiştir. Prof. Dr. Abdülhaluk Mehmet Çay şöyle demektedir: ''26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi yeni yurt arayan Türk Milleti'ne bir müjde idi. 17 Eylül 1176 Miryokefalon Savaşı ise Anadolu'yu ilelebet Türk yapan bir zaferdir.''

Birinci Haçlı Seferi'ni sekiz Haçlı Seferi daha izlemiştir. Bunlar; İkinci Haçlı Seferi (1147-1149), Üçüncü Haçlı Seferi (1189-1192), Dördüncü Haçlı Seferi (1202-1204), Beşinci Haçlı Seferi (1217-1221), Altıncı Haçlı Seferi (1228-1229), Yedinci Haçlı Seferi (1248-1254), Sekizinci Haçlı Seferi (1270), Dokuzuncu Haçlı Seferi (1271-1272)'dir.

Sayın Hâkim;

Bu Haçlı Seferleri Türk milletini geriletmiş, Türk ordularını ve Türk devletini yıpratmış, Anadolu'nun vatanlaşmasını geciktirmiş ancak hiçbir zaman Türk ordularını yenememiş ve Anadolu'nun Türk milletine yurt olmasını engelleyememiştir. Haçlı Seferleri'ni aşan Osmanlı Türklüğü, Anadolu'da sağlam temeller üzerine oturunca 1352'de Avrupa'ya ilk adımını atmıştır. Türk ordularının Rumeli'de ilerlemesinin karşısına yine Haçlı Orduları çıkmıştır. Sırpsındığı Savaşı (1364), Birinci Kosova Savaşı (1389), Niğbolu Savaşı (1396), Varna Savaşı (1444), İkinci Kosova Savaşı (1448), Türk ordularının Haçlı Ordularına karşı kazandığı zaferlerin isimleridir.

Yahya Kemal Beyatlı, Türk tarihinin o muhteşem yüzyılını şöyle ifade eder:

"Bin atlı, akınlarda, çocuklar gibi şendik.

Bin atlı, o gün dev gibi bir orduyu yendik.

Haykırdı, ak tolgalı beylerbeyi "İlerle!"

Bir yaz günü geçtik, Tuna'dan kafilelerle."

Rumeli'ye ilk adımı atmamızdan yüz bir sene sonra İstanbul, Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmiştir. İstanbul'un Fethi'nin, aynı zamanda bir Türklük şuuru olduğunu, dönemin tarihçisi Aşıkpaşazade Derviş Ahmet Âşıkî'nin şu satırlarında buluruz; "Fethin evvel Cuma günü Ayasofya'da Cuma namazı kılındı. Ve hutbe-i İslam okundu. Sultangazi Mehmet adına kim ol Murat Gazi Han oğludur. Ve ol Gazi Mehmet Han oğludur. Ol dahi Sultan Beyazıd Han oğludur. Ve ol dahi Murat Gazi Hünkâr oğludur. El Halil Gökalp nesli kim Oğuz Han oğludur."

Sayın Hâkim;

İstanbul fethedilirken dönemin tarihçisi Aşık Paşazadenin, Oğuz Han'a atıfta bulunmasındaki, Tuğrul Bey'in Abbasi Halifesine yazdığı mektuptaki, Divan-ı Lügat-ı Türk'teki Prens Kaşgarlı Mahmut'un temsil ettiği Türklük bilincinin, dört yüz elli sene sonra Fatih Sultan Mehmet Han'da da yaşadığını göstermektedir.

Türk ordularının Haçlı Ordularını yenerek, Avrupa içindeki ilerlemesi devam etmiştir. 1521'de Belgrad fethedilmiştir ve bugün bize duygusal olarak çok uzak gelen Belgrad için dedelerimiz sevgi dolu türküler yakmışlar:

"Belgrad kal'ası, Zemlin ovası,

Atlısı geçemez değil ki yayası"

1526'da Nazlı Budin, Türk Devletinin ve milletinin ruhunun bir parçası olmuştur. Budin'i fethetmeden önce 29 Ağustos 1526'da kazanılan Mohaç Meydan Muharebesi, Türk Milleti'nin zihnine şu dizeler ile kazınmıştır:

"Çadırlar toplansın, tuğlar dikilsin,

Tekbir sedaları arşa yükselsin.

Tuğlar başa geçsin Gülbank çekilsin.

Destur saldıralım düşman eline,

Destur saldıralım Macar eline."

Kızıl Elma artık Viyana'dır! Budin'de, doğudan batıya sıralanan yedi cami inşa eden Osmanlı Türkleri, en batıdaki caminin adını, Kızıl Elma cami koymuşlardır. 1529'da Viyana kuşatılmıştır. Bunlar olurken Avusturya Arşidükü 1. Ferdinand'ın elçisi Ogier Ghislain de Busbecq, Avrupa'nın karşı karşıya olduğu Türk Milletini şu cümleler ile değerlendirmektedir:

"Topraklarımıza hücum edenler bizim bildiğimiz zafer kazanma yöntemlerini bilmeseydi kuvvetleri bizim kuvvetlerimize denk olsaydı ve buna rağmen bu düşmanlara göğüs germeseydik bize korkak denilebilirdi. Fakat bu düşman Tanrı'nın gazabı sonucunda bize karşı gönderilmiş eski zamanlarda Attila büyük babalarımız zamanında Timur şimdi de Osmanlı tufanı gibi bir beladır."

Özetle Fatih Sultan Mehmet, Türk olduğunu nasıl biliyor ise Avrupalılar da; Attila, Timur ve Osmanlı'nın Türk olduğunu bilmektedir.

Sayın Hâkim;

1529'da Viyana'yı kuşatan Osmanlı Türk ordusu, yüz elli dört sene sonra, 1683'te Viyana'yı, 2. kez kuşatmıştır. Dünya tarihinde yüz elli dört sene yaşayan devletlerin sayısı az iken, bir milletin, bir ordunun, Kızıl Elmasını gerçekleştirmek için yüz elli dört sene sonra tekrar aynı şehri kuşatmasının tarihte bir başka örneği yoktur. Ünlü psikiyatrist ve uluslararası çatışma çözümleyicisi Prof. Dr. Vamık Volkan bu iki kuşatmanın Viyana'nın zihnini nasıl şekillendirdiğini şöyle anlatıyor:

''Geçen yıl -2006'da- Viyana Üniversitesi'nde eğitim verdim. Ansızın farkına varıyorum ki Viyana Kuşatması bir adım ötede dokunuyorsun o geliyor, hafızalarda o var."

Viyana, Avrupa; Türk Kuşatmasını hiç unutmadı. Bir görevi de Türk ordusunun gelip gelmediğini kontrol etmek olan gözetleme kuleleri, ancak 20. yüzyılda yıkıldı. 1683'te Türk Milleti'nin; Birleşik Hristiyan Avrupa karşısında Viyana önünde başlayan geri çekilişi, 1686'da Nazlı Budin'in kaybıyla sonuçlandı. Yüz elli sene sonra; İstanbul, Üsküp, Bursa kadar Türk olan Nazlı Budin düştü. Türk Milleti, Balkan Savaşı mağlubiyetini yaşayana kadar, 1912'ye kadar, Nazlı Budin travmasını aşamadı.

Bugün de tarih şuuru yüksek insanlarımız için Budapeşte Nazlı Budin'dir. Bir iş adamı arkadaşım Budin'e gidiyor. Budin'i savunurken şehit düşen ve mezar taşına "Kahraman Düşman" diye yazılan, Arnavut Abdurrahman Abdi Paşa'nın başında Fatiha okurken, hüngür hüngür ağlıyor. Aynı mezarın başında ben de dua ettim, gözyaşı döktüm. O ziyaretim sırasında, Budin'de uzun yıllardır yaşayan bir Türk iş adamı ile sohbet ederken bana, hafta sonları Tuna üzerindeki Kızlar Adası'nda koşarak spor yaptığından bahsetti. Sordum, "O adaya neden Kızlar Adası deniyor, biliyor musun?" "Hayır, bilmiyorum." dedi. Anlattım; "Budin Kuşatması devam ediyordu ve şehrin düşeceği anlaşılmıştı. Türk ordusu, Budin'de yaşayan otuz bin Türk kadını gemilerle tahliye etmek için adada topladı ama bu tahliye olmadan düşman gemileri, adaya çıkarak kadınları esir aldı. Otuz bin Türk kadını, Avrupa'da esir pazarlarında köle olarak satıldı." dedim. Arkadaşım ağlayarak "Bir daha o adaya ayak basmayacağım" dedi.

Sayın Hâkim;

O Türk kadınları yüzlerce ağıt yakmıştır. O ağıtlardan birisinde, Razi Kadın şöyle ağlamaktadır.

Esir olduk kaldık bunda kimimiz,

Arşa çıktı bizim âh ü zarımız,

Aramızda şehid oldu çoğumuz,

Kıyamet gününü gördük diyesiz.

Ben Razi Kadınım, oldum zârıcı,

Her karanlığa bir aydınlık verici,

Elimde kalmadı, altınla inci,

Yanık derdim, yoktur derman diyesiz.

Nazlı Budin'in kaybının ortaya çıkardığı travma, bütün devlet coğrafyamızda yüzlerce sene şu mısralar ile ifade edildi:

Ötme bülbül ötme, yaz bahar oldu.

Bülbülün figânı, bağrımı deldi.

Gül alıp satmanın, zamanı geldi.

Aldı Nemçe, bizim nazlı Budin'i.

Çeşmelerde abdest alınmaz oldu,

Camilerde namaz kılınmaz oldu,

Mamur olan yerler, hep harap oldu,

Aldı Nemçe, bizim nazlı Budin'i.

Budin'in içinde uzun çarşısı,

Orta yerde Sultan Ahmet Camisi,

Kâbe suretine benzer yapısı,

Aldı Nemçe, bizim nazlı Budin'i.

Budin'in içinde Serdar kızıyım,

Anamın babamın iki gözüyüm,

Kafeste besili kınalı kuzuyum,

Aldı Nemçe, bizim nazlı Budin'i.

Cephane tutuştu aklımız şaştı,

Selâtin camiler yandı tutuştu,

Hep sabi subyanlar ateşe düştü,

Aldı Nemçe, bizim nazlı Budin'i.

Serhatlar içinde Budin'dir başı,

Kan ile yoğrulmuş toprağı taşı,

Çerkez Alemdar'dır şehitler başı,

Aldı Nemçe, bizim nazlı Budin'i.

Kıble tarafından üç top atıldı,

Perşembe günüydü güneş tutuldu,

Cuma günüydü Budin alındı,

Aldı Nemçe, bizim nazlı Budin'i.

Viyana önünden 1683'te başlayan geri çekiliş, on altı sene süren savaştan sonra Karlofça Anlaşması (1699) ile sonuçlandı. Kanuni'nin ölümünden yüz otuz üç sene sonra, Osmanlı padişahı ilk kez toprak kaybetti. Türküler ile 1071'den 1683'e kadar ilerleyen bir ordu ve bir millet, şimdi ağıtlar ile geri çekilmektedir. Artık anneler ağıt ninniler söylemektedir:

"Uyan yavrum sabah oldu,

Kuşlar eyler figanı.

Baban şehit geçti artık,

Uyumanın zamanı.

Nenni yavrum nenni nenni,

Serhatlar bekler seni."

Karlofça bugün Kuzey Sırbistan'da küçük bir kasaba. Anlaşma, Karlofça Kasabası'nın kuzeyinde, küçük bir tepenin üzerine kurulan bir çadırda imzalanmış, çadırın dört kapısı varmış. Türk heyeti güney kapısında, Alman heyeti kuzey kapısında, arabulucu olan devlet heyetleri de doğu ve batı kapılarından girmişler. Sonra çadırı temsilen dört kapılı bir kapı yapılmış tepeye. 1999'da Karlofça Anlaşması'nın üç yüzüncü yılında anma toplantısına Türk Büyükelçisi de davet edilmiş. Türk büyükelçisi, "Eğer kilitli tutulan güney kapısını açarsanız gelirim" cevabını vermiş. Düzenleme komitesi "olur" cevabını verince, Türk Büyükelçisi kılıcını kuşanan askeri ateşe ile birlikte güney kapısından üç yüz sene sonra tekrar girmiş. O günden sonra kapı yine kilitlenmiş. Batı Dünyası, Türk milletine karşı duyduğu kin ve korkuyu, ruhunun derinliklerinde yaşatmaya devam ediyor.

Karlofça mağlubiyetini, 1718'de Venedik ve Avusturya ile imzalanan Pasarofça Anlaşması izlemiş. Sonra 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile Kırım'ın kaybı yaşanmıştır.

19. yüzyıl İlber Ortaylı'nın ifadesi ile "İmparatorluğun en uzun yüzyılı"dır. Yıkılış ve soykırım yüzyılıdır. Mora İsyanı ve bir gecede on iki bin Türk'ün katledilmesi, 1812'de Gagavuz Yeri'nin Rus ordusu tarafından işgali, Belgrad'ın düşmesi (1815).

Belgrad. Bize ne kadar yabancı ne kadar uzak bir kent ismi değil mi?

Sayın Hâkim;

Belgrad'a 1977 yılında gitmiştim. Daha doğrusu Belgrad'dan bir Şubat günü geçmiştim. Soğuk, puslu bir kentti. Sevmemiştim. Oysa dedelerimiz bu kenti çok sevmişler. Bu kent için çok, çok fazla kan dökmüşler. Çok ağıt yakmışlar. O ağıtları okuyunca dedelerimizden utanmıştım.

"Belgrad'dan yola çıktım, sabah 5 idi,

Kuran'ımla martinim bana eş idi."

Ya da

"Belgrad yolu uzun urgan,

Üstümüzde yoktur yorgan.

Ağla benim enneceğim,

Ben Belgrad'da kaldım kurban."

Belgrad Kalesi'ni çeviren hendeklerin, kan ile dolu olduğunu ifade eden mısraları okuduğumda, yıllar sonra çok duygulanmıştım. Ve 1977'de Belgrad'dan geçerken sevmediğim için kendimden utanmıştım. Sonra Belgrad Kalesi'ni ziyaret ettim. Ve kan ile dolan o hendekleri gördüm. İmparatorluğun en uzun yüzyılı, en acı yüzyılıdır.

1877-1878 Türk-Rus Savaşı (93 Harbi) ile çöküş daha hızlanmıştır. 93 Harbi'nden Plevne Müdafaasını anlatan şu mısralar aklımızda ve kalbimizdedir:

"Tuna Nehri akmam diyor,

Etrafımı yıkmam diyor.

Şanı büyük Osman Paşa,

Plevne'den çıkmam diyor."

1912-1913 Balkan Savaşı ile Rumeli'den tasfiye edilmemiz; Bursa, Konya gibi Türk kentleri olan Selanik'in, Üsküp'ün düşmesi... Bu sefer Selanik için ağıt yakarız:

"Vapurun halkasına,

Denizin dalgasına,

Ben yârimi yolladım,

Selanik kavgasına."

Ya da Edirne kadar Türk, Manastır için:

"Manastır'ın ortasında var bir havuz,

Kula düşman olmuş Arnavut, Bulgar, Sırp, Yunan boğaz boğaz."

Özetle; 1071'den 1683'e kadar altı yüz on iki sene ilerleyen bir millet, 1683'ten 1921'e kadar iki yüz otuz sekiz sene süren bir geri çekiliş yaşamıştır. Amerikalı tarihçi Prof. Dr. Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün adlı kitabında, arşiv belgeleri ile 1810-1918 arasında, Balkanlar ve Kafkaslarda beş milyon Türk'ün katliama uğrarken, beş milyon Türk'ün Anadolu'ya geri çekildiğini ifade etmiştir. Türk Milleti, tarihin en büyük ve en uzun soykırımlarından birisini yaşamıştır.

Rumeli'de, nehirlerde, binlerce Türk bebeğinin cesedi akmıştır. 20.yüzyılın başında Balkan Harbi'nde yaşadığımız travma o kadar büyüktür ki; Nazlı Budin travması, toplumsal hafızamızdan silinir. Nasıl büyük olmasın? Bulgar çetelerinden saklanmak için; derelerde, sazlıklar içine saklanan anneler, ağlayan, emzikteki bebeklerinin sesi duyulmasın ve Bulgar çeteciler diğer çocuklarını öldürmesin diye kendi elleriyle bebeklerini suda boğmak zorunda kalırlar.

Balkan Savaşı'nın üzerinden 3 sene geçmeden; bu sefer amacı Osmanlı Türk Devleti'nin paylaşılması olan, Birinci Dünya Savaşı başlar. Hızlı ve radikal reformlar ile savaşa hazırlanan Türk ordusu, kahramanca savaşır. Öyle uğursuz bir savaştır ki; müttefikimiz olan Almanlar bile dostumuz değildir. İsmet Paşa; İstanbul'da, Genel Kurmayda, birlikte çalıştığı bir Alman Kurmay Subay ile sohbet ederken "Almanya bu savaşı kazanır ise ödülü ne olacak?" diye sorduğunda, aldığı cevap "Türkiye" olmuştur.

Türk ordusu; bütün olumsuzluklara rağmen, adım adım savaşarak geri çekilmiştir.

1917'de Kudüs'e giren İngiliz ordusu komutanı, son Haçlı Seferi'nin başarıya ulaştığını duyurmuştur. İngiliz ordusu Kudüs'e girdiği zaman; müttefikimiz Almanya'da da kiliseler, zafer çanı çalmışlardır. İngiliz başbakanı, "Türkler Asya'nın Kızılderilileridir. Akıbetleri de öyle olacaktır." demiştir.

1919'da dünyada üç yüz milyon Müslüman yaşamaktadır. Bu üç yüz milyon Müslümanın ancak yüzde üçünün dokuz milyonun yaşadığı Sakarya ile Aras arasındaki coğrafya işgal altında değildir. Ve Birleşik Avrupa Hristiyanlığı; bu coğrafyada direnmek isteyen Türk Milletini yok etmek için Son Haçlı Ordusu olarak Yunan Ordusu'nu kiralamış, Anadolu'nun içlerine sürmüştür.

Sayın Hâkim,

Türk Milleti'nin 1683'te Viyana önünde başlayan ve kesintisiz 238 sene süren geri çekilişi, nihayet Sakarya kıyılarında durmuştur. Sakarya kıyılarında çarpışan ordular; sadece Yunan ordusu ile Türkiye Büyük Millet Meclisi orduları değildir. Sakarya kıyılarında; Alparslan'ın orduları, Bizans orduları ile savaşmıştır. Kılıç Arslan'ın, Murat Hüdavendigar'ın, Yıldırım Beyazıd'ın, Fatih'in, Kanuni'nin orduları; Haçlı orduları ile savaşmıştır. Özetle; Mustafa Kemal Paşa, Sakarya kıyılarında, 1071-1921 arasındaki 850 senede yaşanan bütün savaşlar adına, Türk tarihi adına savaşmıştır. Şair Necip Fazıl Kısakürek bunu şöyle özetlemiştir.

''Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,

Sırtına Sakarya'nın, Türk tarihi vurulur.''

Sırtına Türk tarihi vurulan Gazi Mustafa Kemal Paşa'dır. Sırtına Sakarya'da Türk tarihi vurulan Mustafa Kemal Paşa, Sakarya Savaşı'ndan 11 ay sonra 26 Ağustos 1922'de şu emri vermiştir: ''Garp cephesindeki ordularımız tevfikatı sübhaniyeye(Allah'ın iradesine ve yardımına) istinaden; Ağustos'un 26'sı, Cumartesi günü, düşmana taarruza başlayacaktır.''

Büyük Taarruz 1683'ten sonra, kalıcı sonucu olan ilk Türk hücumu ve zaferidir. Plevne Müdafaası savunma savaşıdır. Çanakkale Savaşı, savunma muharebesidir. Kut-ül Amare zaferi savunma savaşıdır. Ancak; geri çekilen bir ordu, 239 sene sonra, 26 Ağustos 1922'de taarruza geçmiştir. Bu taarruz, Türk İstiklal Harbi'nin zaferle sonuçlanmasının ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasının yolunu açmıştır.

Sayın Hâkim,

Mustafa Kemal Atatürk sadece yaşadığı dönem içinde değerlendirilerek anlaşılamaz. Atatürk'ün dünya ve Türk tarihi içindeki konumu ancak; 1683 2. Viyana bozgunu sonrasında başlayıp, 238 sene sonra 1921'de Sakarya kıyılarına kadar devam eden Türk milleti ve Türk devletinin, soykırım ve tehcirlerle üç kıtadan, Anadolu'ya çekilmesi ve yok olmasını durduran tarihi şahsiyet olarak anlaşılır ve doğru tespit edilebilir.

Alparslan Türkeş "Atatürk, Türk tarihinin Himalayası'dır." derken, bu gerçeği ifade etmektedir. Evet, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk tarihinin Himalayası'dır.

Atatürk, Budin'in kıyılarından itibaren ağıt yakan, toprak kaybeden, vatan yitiren, geri çekilen, mağlup olan bir milleti, tekrar Zafer'e götüren liderdir. Atatürk, Allah'ın Türk Milleti'ne lütfudur. Atatürk'ün kurucusu olduğu Türkiye Cumhuriyeti, Türk milleti için 2. Ergenekon'dur. Atatürk, manevi anlamda Ergenekon'dan çıkışta Türk milletine yol gösteren Bozkurt, Börteçine'dir.

Cumhuriyetimizin kuruluşu, Erdoğan'ın iddia ettiği gibi Türk milletinin tarihi, inancı ve kültürü aleyhine politikaların izlendiği, faşizan dönemi değil, Haçlı Seferleri ile yok edilmek istenen bir milletin yeniden dirilişidir. Atatürk döneminde; Türk tarihi yüzyıllar sonra ilk kez bir hanedan tarihi olmaktan kurtularak, Büyük Türk Tarihi zemininde bilimsel olarak incelenmeye başlamıştır. Hunlar ile başlayıp; Göktürk, Uygur, Karahanlı üzerinden, Osmanlı'ya ulaşan 16 büyük Türk İmparatorluğu adeta yeniden keşfedilmiştir. Büyük tarihçi Fuat Köprülü, Osmanlı tarihini yazması için görevlendirilmiştir. Örnekleri çoğaltmak için burada gerekli zamana sahip değiliz.

Atatürk döneminde; Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, Türk Milleti Kuran-ı Kerim'i Türkçe metinden okuma imkanını elde etmiştir.

Erdoğan'ın Atatürk eleştirileri haksız, temelsiz, asılsız ve bilimsel olarak içi boş iddialardır. Erdoğan'ın, Atatürk dönemine yönelik eleştirilerinin temelinde, Atatürk'ün benimsediği laiklik politikası vardır. Türk Milleti 24 Ocak 1058'de, Tuğrul Bey'in Abbasi Halifesi tarafından, Doğu'nun ve Batı'nın Sultanı ilan edilmesinden itibaren; tek başına İslam Dünyası'nın, Birleşik Hristiyan Batı Medeniyetine karşı hem kılıcı hem kalkanı olmuştur. İnsanlık tarihi boyunca hiçbir millet; Türk Milleti'nin taşıdığı büyüklükte bir yükü taşımamıştır. 1058'de başlayan bu savaşı; Türk Milleti, 1922'ye kadar tek başına sürdürmüştür. Bütün bu süre içinde, Türk Milleti, 1914-1918 arasında, din kardeşlerinden, bu mücadelede, sadece 1 kez destek istemiş; ancak yüzlerce yıl, Osmanlı'nın koruması, refahı ve barışı altında yaşayanların çok büyük bölümü; destek vermediği gibi, Haçlı ordularının yanında yer almıştır.

Sayın Hâkim;

Bugün Gazze'de bir soykırım gerçekleşmektedir. İsrail ordusu Gazze'yi insafsızca bombalamaktadır. Bu soykırım gerçekleşirken, Müslüman Arap ülkelerinden, Gazze için hiçbir anlamda politik, ekonomik ve sosyal destek gelmemektedir. Aksine, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi zengin Arap ülkeleri İsrail ordusu ile ortak tatbikatlar yapmaktadır. Oysa Türk Milleti; Gazze ve bütün Arap İslam dünyasını bin sene tek başına birleşik bir medeniyete karşı savunmuştur. Bu savunmanın sonunda milletimiz sadece; politik, askeri, ekonomik ve kültürel bir yıkım yaşamakla kalmıştır. Demografik olarak da yıkım eşiğine gelmiştir.

İşte Mustafa Kemal'in hilafeti kaldırması, bu jeopolitik ve stratejik gerekliliğin sonucuydu. 1923'te devletimiz, 1526'da Nazlı Budin'i fetheden devletin gücünde olsaydı, hilafeti kaldırmak, Mustafa Kemal Atatürk'ün aklına dahi gelmezdi.

Bu hususu Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk Nutuk'ta şöyle açıklamıştır:

"Millete anlattım ki bütün Müslümanları içine alan bir devlet tesis etmek vazifesi ile yükümlüymüş gibi hayal edilen bir halifenin, vazifesini yerine getirebilmesi için, Türkiye devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tabi tutulamaz. Millet buna razı olamaz! Türkiye halkı bu kadar büyük bir mesuliyeti bu kadar gayrı mantıki bir vazifeyi üzerine alamaz.

Milletimiz, asırlarca bu manasız ve boş görüşten hareket ettirildi. Fakat ne oldu?! Her gittiği yerde, milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde, kavrulup mahvolan, Anadolu evlatlarının miktarını biliyor musunuz dedim. Suriye'yi, Irak'ı muhafaza etmek için, Mısır'da barınabilmek için, Afrika'da tutunabilmek için ne kadar insan telef oldu, bunu biliyor musunuz?! Ve netice ne oldu, görüyor musunuz?! dedim.

Halifeye dünyaya meydan okutmak ve onu bütün İslam dünyasının işlerinde tasarruf sahibi kılmak fikrinde olanlar, bu vazifesi yalnız Anadolu halkında değil onun 8-10 misli nüfusa sahip olan büyük Müslüman kitlelerden talep etmelidir! Yeni Türkiye'nin ve yeni Türkiye halkının, artık kendi hayat ve saadetinden başka düşünecek bir şeyi yoktur... Başkalarına verebilecek bir parçası kalmamıştır, dedim.

Diğer bir noktayı da halka iyice izah edebilmek için şunları beyan ettim: Biran için farz edelim ki, dedim, Türkiye mevzubahis vazifeyi kabul etsin... Bütün İslam alemini bir noktada birleştirerek sevk ve idare gayesinde yürüsün ve başarmış da olsun! Pekala ama tabiiyet ve idaremiz altına almak istediğimiz milletler derlerse ki, "bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, teşekkür ederiz. Fakat biz bağımsız kalmak istiyoruz. İstiklal ve hakimiyetimize kimsenin karışmasını uygun bulmayız! Biz kendi kendimizi sevk ve idareye muktediriz!

O halde Türkiye halkının bütün bu gayret ve fedakarlığı sadece bir teşekkür ve dua almak için mi göze alınacaktır?!

Görülüyordu ki, boş bir istek ve heves için, bir vehim ve hayal için Türkiye halkını mahvetmek istiyorlardı. Hilafet ve halifeye vazife ve yetki vermek fikrinin mahiyeti bundan ibaretti."

Türk Milleti açısından, laiklik sadece din ve devlet işlerinin ayrılması değil; bunun ötesinde bir milli güvenlik ve milli varlığını koruma stratejisidir. Birleşik Hristiyan Batı ile bin seneye yakın bir süre tek başına savaşmak zorunda kalan Türk Milleti, 20. yüzyılın başında tükenme noktasına gelmiştir. Artık dini bir savaşı sürdürebilecek güce sahip değildir. Cumhuriyet'in önceliği; Türk Milleti'nin varlığının korunmasına, güvenliğinin sağlanmasına ve Türk halkının hak ettiği refaha kavuşmasına ilişkin mücadelenin verilmesi olmuştur.

Erdoğan'a verdiğim cevap ancak bu çerçevede değerlendirilebilir.

Sayın Hâkim;

Ben, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hakaret etmedim. Ben, Ak Parti Genel Başkanı Erdoğan'ın Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün politikalarının milletin inancı tarihi ve kültürünü yıprattığı ifadelerini reddederek Erdoğan'ın izlediği politikaların Türk Milleti'nin inancı, tarihi ve kültürünü yıprattığını ifade ettim.

Erdoğan'ın izlediği politikaların sonuçlarını konuşmamda tek tek ifade ettim. Erdoğan'ın, "casus FETÖ'yü Türk Devleti'ne soktuğunu, Türk Devleti'ni FETÖ'ye teslim ettiğini, FETÖ'ye paralel devlet kurdurduğunu'' ifade ettim.

Erdoğan 15 Temmuz 2008 tarihli Ak Parti Grup Toplantısında, bir FETÖ kumpası olan Ergenekon davalarının savcısı olduğunu söylemiştir:

"Milletimiz bunu yakından takip ediyor, değerlendirmesini de buna göre yapıyor. Çünkü kim kimlerin avukatlığına soyunmuş bunlar çok önemli. Biz kendimize hiçbir vasıf tayin etmemişken bize de savcılık görevini sağ olsun onlar veriyor. Bu da güzel bir şey. Niye savcı millet adına vardır, iddia makamı millet adına ordadır, biz de millet adına evet hakkı aramanın hakkı savunmanın gayreti içindeyiz, eğer bu anlamda savcılık ise evet savcıyım."

Ayrıca Ergenekon kumpas davalarının savcısı, FETÖ savcısı Zekeriya Öz'e; Erdoğan'ın kendi makam aracını tahsis ettiği de basına yansıyan hususlar arasındadır.

Erdoğan, daha 15 Temmuz FETÖ'cü Darbesi öncesinde, FETÖ'nün bir casusluk örgütü olduğunu bizatihi kendisi açıklamıştır. Erdoğan, Mart 2014 Trabzon mitinginde, FETÖ ile ilgili şunları söylemiştir:

"...Bir kısım medyayı da kiraladı. Onlarla birlikte bazı işveren çevrelerini de şantajlarla emir komutası altına aldı. Şimdi bizi yıpratmak için gayret içindeler. Fakat diyorum ki, bak benim abdestimden şüphem yok, namazımdan da şüphem yok. Sen abdestinden şüphesi olanlarla uğraş. Bizimle uğraşamazsın. Ama sen şu anda ülkenin milli güvenliğini tehdit eden çalışmalar içindesin. Başbakanı, cumhurbaşkanını, meclis başkanını, bakanları dinleyemezsin. Hiçbir hakim bununla ilgili karar veremez. Ama bunlar maalesef casusluk örgütü olduğu için bizi dinlemeye varıncaya kadar bu yollara başvurdular. Düşünebiliyor musunuz? Ülkeyi yönetenlerin haremine giriyorlar. Bunu tehdit unsuru olarak kullanıyorlar.

Geçenlerde benimle ilgili söylediği ifade şu, Yazıklar olsun, yazıklar olsun!" "Bu uzun bize çok hainlik yaptı!'' dedi. Nasıl hainlik yaptıysak on yedi üniversite kurmak için geldiler hepsini onadım. Bu muydu hainlik? Bu ne vicdandır be! Okullar için yer istedi, verdik. Uluslararası camiada davet ettiler, devlet hükümet başkanlarına bunları refere ettik. Olimpiyat dediler her türlü desteği verdik. Ne nankörlük bu ya! Ne istediniz de alamadınız?''

FETÖ'nün bir casusluk örgütü olduğu hususu, 15 Temmuz darbesi sonrasında kurulan TBMM Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu raporunda şöyle denmektedir:

"...Türkiye'nin dış politika güvenlik ve istihbarat alanındaki plan ve faaliyetlerini ifşa etmek devlet sırlarını ortaya dökmek maksadıyla ve mensupları aracılığıyla casusluk faaliyetleri yürütmektedir..." Örgüt devlet kaynakları üzerinden gayrı milli merciler adına casusluk faaliyetleri gerçekleştirilerek elde ettiği bilgileri yabancı istihbarat kurumlarına pazarlamıştır. (FETÖ Fettullahçı Terör Örgütü İç Güvenlik Gelişmeleri serisi:3, 2019, T.C. İçişleri Bakanlığı İç Güvenlik Stratejileri Dairesi Başkanlığı sf.87-88) Erdoğan, Türk Devleti'nin milli güvenliğini tehdit eden casusluk örgütü olan FETÖ'ye her türlü desteği verdiğini Fettullahçı Terör Örgütü'nün personel ihtiyacını karşılayabilmesi için okul ve eğitim faaliyetlerine destek verdiğini, bu casus örgütün uluslararası alanda faaliyet gösterebilmesi için referans olduklarını beyan etmiştir.

FETÖ'nün casusluk örgütü olduğu, Erdoğan'ın TBMM Komisyonu'nun raporunun ve birçok mahkeme kararının gösterdiği gibi kesindir. FETÖ paralel devlet yapısını, Erdoğan'ın yanlış politikaları sayesinde kurmuştur. Erdoğan bu tespitimi de Şubat 2014'te gazetecilere FETÖ ile ilgili yaptığı şu açıklaması ile doğrulamıştır:

"2010 Referandumunda FETÖ'nün tek hedefi vardı. İdari ve adli yargıyı ele geçirmek ve bunu başardılar. Dolayısıyla "yargıya bu iş gittiği zaman orada da biz gereğini yapacağız'' dediler. Hem birinci mahkemede hem üst mahkemede çözmüş oldular. Üç ayağını da tamamladılar. İşin istihbarat ayağı, emniyet ayağı, yargı ayağı."

Erdoğan'ın her türlü desteği verdiğini beyan ettiği FETÖ, 2010 Referandumu ile ihtiyaç duyduğu zemine kavuşmuş ve Erdoğan'ın ifadesi ile Türk istihbaratını, Türk Emniyetini, Türk Yargısını yani Türk Devletini ele geçirmiştir.

Fettullahçı Terör Örgütü'ne yönelik soruşturma kapsamında bir süre tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilen eski hakimler ve savcılar yüksek kurulu üyesi Kerim Tosun, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na verdiği ifadede: "160'lar olarak belirlenen Yargıtay üyelerinin yüz yirmiye yakının cemaat mensubu olduğunu biliyorum." diyen Kerim Tosun, bu kişilerden bir kısmıyla cemaat sohbetlerinde tanıştığını belirtti.

Nazım Kaynak: "Yargıtay başkanı olduktan sonra Yargıtay'da dairelerin iş bölümü değiştirildi. Bu değişikliği de bizzat cemaat gerçekleştirdi. Kamuoyunda bilinen cemaat için önemli olan Balyoz, Şike, Hipnoz, Kurdoğlu gibi davalar cemaatin güçlü olduğu dairelerin görev alanına girdi." diye belirtmişti.

Ağustos 2016 Diyanet İşleri Başkanlığı Olağanüstü Din Şurasında konuşan Erdoğan: "Bunlar TSK'nın içinde örgütlenmiş ve saati geldiğinde oradaki silahları millete doğrultabilecek karakterde olan bir örgüttür diyorduk, inanmıyorlardı.

Yapının başında yer alan kişi ve kadro konusundaki tüm tereddütlerimize rağmen, yurt içinde yurt dışında yürütüyor gibi göründükleri yaygın eğitim, yardım, dayanışma faaliyetlerinin hatırına bunlara müsamaha gösterdik. Hatta Allah dedikleri için müsamaha gösterdik. Dedik ki, bir ortak yanımız var dedik. Özellikle 2012 yılından sonra bu yapıyla ilgili rezervlerimizi çok açık koymuştuk. Bu dönemde hızlanan TSK kadrolarına yönelik operasyonlar ve davalar ile ilgili de ciddi şüphelerim oluştu ve yetkilileriyle de bunları paylaştım. Çok yakından tanıdığım uzun yıllar içinde birlikte çalıştığım bazı komutanlara yöneltilen suçlamaların ve tutuklamaların gerekçeleri beni ikna etmiyordu.

Her şeye rağmen bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya dökememiş olmamın üzüntüsü içerisindeyim. Bundan dolayı hem Rabbimize hem Milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de Milletim de bizi affetsin."

08.06.2018 tarihinde CNN Türk'e vermiş olduğu mülakatta; "FETÖ'yü biz büyüttük, aldatıldık" cümlesini de yine Recep Tayyip Erdoğan kurmuştur.

Dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer'in 2015'te yayınlanan "Türkiye'de Değişim Yapmak Neden Bu Kadar Zor" adlı kitabında ise, MGK tavsiye kararına karşı ne yaptıklarını aynen şöyle anlatıyor:

"Devlet ve ordu içindeki bu "FETÖ'cü paralel yapılanma tehlikesine" karşı MGK'nın Tavsiye kararı Başbakanlığa bildirildikten sonra konuyu Başbakanımıza açtım ve gelen yazıyı 'dosyasına' kaldırmaya karar verdik.

Bu karar metni Bakanlar Kurulu'nda imzaya açılmadı ve hakkında hiçbir işlem yapılmadı.

Konudan MGK toplantısına katılan bakanlar dışında kimsenin haberi olmadı ve onları endişeye sevk edecek bir sonucun doğmamasına özen gösterildi.

Bütün toplumsal ve siyasi riski hükümet adına Sayın Başbakanımız, hukuki riski ise ben üstlenmiştim."

Bu riski üstlenmenin bedeli; Ergenekon, Balyoz, casusluk, Selam Tevhid, MİT tırları, dava görünüşlü istihbarat operasyonları ile Türk ordusunun ağır psikolojik saldırıya maruz kalması, Deniz Kuvvetlerimizin ikinci bir Navarin baskını yaşaması, askeri sırlarımızın yabancı servislerin eline geçmesi, yargı ve polis, istihbarat servislerimizin bir casus örgütün denetimine girmesi olmuştur. Türk devlerinin stratejik hafızası örselenmiştir. Nihayet Genelkurmay Başkanlığı, FETÖ'nün eline geçince 15 Temmuz darbesi yaşanmış, yüzlerce yurttaşımız şehit olurken, TBMM'miz bombalanmıştır.

Görüldüğü üzere Erdoğan; FETÖ'nün TSK'ya yönelik operasyonlarını bildiğini, Allah dedikleri için müsamaha gösterdiklerini itiraf etmiştir.

Fetullahçı Terör Örgütü tarafından sınav sorularının çalınmasına göz yumularak yüksek öğretim kurumları ve kritik devlet kadrolarının casusların eline geçmesine müsamaha gösterilmiştir. Yapılan istatiksel analizlerde, FETÖ'nün 2000-2013 yıllarında kritik alanlar dahil tüm ÖSYM sınav sorularını ele geçirdiği tespit edilmiştir. (Organize ve Mali Suç Örgütü Olarak Fettullahçı Terör Örgütü (FETÖ) Çalıştay Raporu, 11 Şubat 2017, Ankara, sf.42)

Darbe girişiminden yargılanan kişiler Kara Harp Okulu mezunlarının yüzde doksanının FETÖ ile ilişkili olduğunu itiraf etmişlerdir. Nitekim, 15 Temmuz Hain Darbe Girişimi sonrasında;

Türk Silahlı Kuvvetleri'nden 150'si general 24706,

Emniyetten yaklaşık 38000,

Adli ve idari yargıdan yaklaşık 4000,

YÖK'ten 2346,

Sağlık Bakanlığı'ndan 2018,

Maliye Bakanlığı'ndan 1642,

Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan 1519,

İçişleri Bakanlığı'ndan 369,

Başbakanlık'tan 302,

Sosyal Güvenlik Kurumu'ndan 605,

TRT'den 312 olmak üzere toplamda 125.678 FETÖ'cü bürokrat ihraç edilmiştir.

Bu sayı dahi tek başına, Erdoğan tarafından üstlenilen riskin büyüklüğünü göstermektedir. Nisan 2025'te iktidarın yarı resmi yayın organı olan Yeni Şafak gazetesinin, ekonomideki başarısızlığın nedeni olarak, ekonomi bürokrasisi içindeki kripto FETÖ'cüleri göstermesi, tehlikenin hala devam ettiğinin göstergesi değil midir?

Bu kadrolara ve görevlere AKP ve Erdoğan döneminde gelmişlerdir. Erdoğan'ın; FETÖ'nün, Türk Devleti'nin harimi ismetine girmesine müsamaha gösterdiklerine ve FETÖ'ye, her istediklerini verdiklerine yönelik itirafları ile 15 Temmuz sonrası yargılama süreçleri ve devlet kurumlarınca yapılan tespitler; bu Haçlı casus örgütünün, Türk Devletine büyük zararlar verdiğini göstermektedir. Erdoğan ve resmi makamlar sözlerimi doğrulamıştır. Hiçbir Haçlı Seferi, Türk Devleti'nin içine sızamamış, Türk Devleti'nin maneviyatını bozmaya yeltenememiştir.

Sayın Hâkim;

Casus FETÖ Terör Örgütü devlet içinde örgütlenip, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk İstihbarat Teşkilatı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Türk Yargısı ve sonuç olarak Türk Milleti ve Türk Devleti'ne karşı; Ergenekon Balyoz, casusluk, MİT müsteşarının tutuklanması ve MİT tırları operasyonlarını yaparken, Erdoğan Başbakandı. Ve Recep Tayyip Erdoğan 15 Temmuz sonrasında "Rabbim ve Milletim beni affetsin." diyerek; FETÖ ile yapılan iş birliğinin, FETÖ'ye, devlet kurumlarını teslim etmenin yanlış olduğunu, bundan pişman olduğunu ifade ve kabul etmiştir.

Sayın Hâkim;

Bu yanlış politikaların, bütün Haçlı Seferlerinden daha fazla, Türk Devleti'ne zarar verdiğini söyledim. Çünkü Haçlı Seferleri, Anadolu'ya dışardan, Avrupa'dan geldi. Ancak son Haçlı Seferi FETÖ, Anadolu'dan bir beşinci kol olarak ülkemize saldırdı. Erdoğan, son Haçlı Seferi olan FETÖ'ye karşı önlem almakta çok gecikmiştir.

2003 yılında, MGK'da, FETÖ'nün bir Haçlı Seferi casus örgütü olduğu konusunda yapılan uyarıyı ciddiye almayan Erdoğan; 2015'e kadar, Türk Devleti'nin ve sonunda Ak Parti iktidarının, en yakın mesai arkadaşlarının hedef alınmasının önünü açmıştır.

FETÖ, Haçlı Seferi olduğunu da gizlememiştir. Haçlı Seferlerini olumlu gören FETÖ terör örgütü elebaşı Fettullah Gülen, 20 Ağustos 2016 tarihinde "Haçlı'nın ülkenizi işgal etmesi çok tehlikeli değildir. Çünkü sizinle onlar arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar sizin kadınlarınıza, kızınıza ilişmezler, mabedinize ilişmezler, ilişmemiş haçlılar..." demiştir. (Farklı Boyutlarıyla FETÖ-PYD, Ankara 2019, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.93, Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı:30.01.2019/6)

FETÖ elebaşı; Papa 2. Jean Paul'a Şubat 1998 tarihli mektubunda, "...Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinler arası diyalog için papalık konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz..." demiştir. Hatta FETÖ elebaşı ve yanındakiler, Vatikan ziyaretlerinde, Papa'nın elini öpmüşlerdir. Aynı şekilde Erdoğan ve Ak Parti tarafından büyük tarihçi kabul edilen, "Amerikan kuklası bir halife gelse, gelsin de kim gelirse gelsin. Hilafeti geri getirelim." "Keşke Yunan galip gelseydi, ne hilafet yıkılırdı, ne şeriat kaldırılırdı, ne medrese lağvedilirdi, ne hocalar asılırdı, hiçbiri olmazdı" sözlerinin sahibi olan Kadir Mısıroğlu'nun hocası, Şeyh Nazım Kıbrısi de Papa'nın özel olarak kendisini ziyarete geldiğini beyan etmiş ve adamlarına Papa'nın elini öptürtmüştür. Papalık tarafından, defaatle dinler arası diyaloğun amacının, özellikle Asya kıtasının Hıristiyanlaştırılması olduğu belirtilmiştir. Papa 2. Jean Paul'un 1999 yılında yaptığı Noel Konuşmasının iyi anlaşılması gerekir. Papa konuşmasında "...Birinci bin yılda Avrupa'yı Hıristiyanlaştırdık, ikinci bin yılda ise Afrika ve Amerika kıtasını, üçüncü bin yılda ise hedefimiz Asya'dır...", "...Kilisemiz, bütün insanlığın mutluluğu içindir. Dinler arası diyaloğun bizim için anlamı, bütün insanları İncil'e ve Kilise'ye yani Hıristiyanlığa ulaştırma yoludur..." demiştir.

Dinler arası diyalog toplantıları; öncelikle Müslümanları, İslam hakkında şüpheye düşürme keza sinsi bir şekilde Hıristiyanlaştırma, etnik kimlikleri ön plana çıkarma, İslam'ı bir nevi Protestanlaştırma ve özünden uzaklaştırma planlarını bünyesinde taşıyan, Vatikan merkezli post modern bir misyon hareketidir. (Din İstismarı ve FETÖ Gerçeği, İstanbul, 2018, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s. 128)

Bilindiği üzere FETÖ elebaşının da cenazesi, İslam'ı usullere göre değil Protestan usullere göre gömülmüştür. Türkiye'deki kurumsal dini düşünceyi yozlaştırma maksadına matuf bu çaba, İslam dinini temel bilgi ve meşruiyet kaynaklarını (Kuran-ı Kerim ve Hz. Muhammed'in sünneti) zayıflatma amacı taşımaktadır. (FETÖ Fettullahçı Terör Örgütü İç Güvenlik Gelişmeleri serisi:3,2019, T.C. İçişleri Bakanlığı İç Güvenlik Stratejileri Dairesi Başkanlığı s.34)

Yüksek öğretim, milli eğitim, diyanet ve devletin kritik noktalarını ele geçiren FETÖ, Türk Milleti'ne karşı bu inançsızlaştırma ve Hıristiyanlaştırma planını uygulamıştır. FETÖ ele başı "Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah'ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır." demiştir. (FETÖ Elebaşı Küresel Barışa Doğru (Kozadan Kelebeğe-3) s.131)

AKP ve Erdoğan'ın bütün istediklerini vermesi sayesinde, devletin imkanlarını kullanan FETÖ, benzeri propagandalarla, Türk Milletine inkültürasyon projesini uygulamıştır. Bin yıldır malıyla, canıyla Haçlı Seferlerine karşı mücadele eden bu milletin çelik zırhına, imanına saldırarak inançsızlaştırmaya çalışmıştır. Resullullah Hz. Muhammed'e olan her türlü sevgiyi din dışı addeden Vehabiliği, ajanlarıyla kurdurarak, Osmanlı'nın sonunu getiren Batı; aynı inançsızlaştırma araçlarıyla ve FETÖ eliyle Türk gençlerini inançlarından uzaklaştırmıştır.

Erdoğan, son Haçlı Seferi FETÖ'nün, devletin içinde devlet kurmasına, Erdoğan'ın ifadesi ile "paralel devlet" kurmasına izin vererek; Türk Devleti'nin, bütün Haçlı Seferleri'nden fazla zarar görmesine yol açmıştır.

Yaptığım bu tespit, düşünce hürriyeti kapsamında ifade edilmiş bir siyasi eleştiridir.

Erdoğan'ın son Haçlı Seferi FETÖ ile mücadelesi ancak 2011 seçimlerinden sonra çok yavaş başlamış, 17/25 Aralık 2014'ten sonra güçlenmiş ancak 15 Temmuz 2016'dan sonra gerçek bir mücadeleye dönüşmüştür. Özetle Erdoğan'ın son Haçlı Seferi FETÖ ile mücadelesi 2014 sonrasında başlamış olsa da bu, daha önce gerçekleşen tahribatın varlığını ortadan kaldırmamaktadır.

Erdoğan anılan politikalarını eleştirdiğim dönemde "Cumhurbaşkanı" değil "Başbakan"dır. Diğer bir ifade ile söz konusu eleştiriler teknik olarak Cumhurbaşkanının değil Başbakanın politikalarına yöneliktir.

Sayın Hâkim;

Erdoğan, savunmamın başında bahsettiğim ve benim verdiğim cevap sebebiyle yargılandığım konuşmasında; Atatürk döneminde izlenen politikaları, Türk Milleti'nin kültür ve tarihine zarar verdiğini ifade etmiştir. Oysa Erdoğan döneminde, Türk Milleti'nin geniş kesimleri, Allah ile Türk milletinin manevi değerleri ile milletimizi aldatanlardan dolayı, dinlerinden soğumaya başlamış ve Erdoğan döneminde deist, ateist sayısı yüzde on altıyı aşmıştır.

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Din İşleri Yüksek Kurulu'nun karar ve yayınlarında bu durum: "Türkiye'de deizm ve ateizmin artması, Müslümanların sözleri ve fiilleri arasındaki uçuruma ahlak bağlamında bir tepki" şeklinde açıklanmıştır. (Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı-Güncel İnanç Problemleri, sf.53, İstanbul Aralık 2020, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı: 05.02.2020/5)

Görüntüde dindar görünen bazı kişilerin, dünyevi veya şahsi çıkarı söz konusu olduğunda, tam tersi bir davranış ve tepki gösterdiği görülen bir gerçektir. Bu durum "gösterişçi dindarlık/şov Müslümanlığı" olarak kavramsallaştırılmıştır. Ülkemiz ve İslam coğrafyası üzerinde düşündüğümüzde; dindarlık görüntümüz ile günah ve dünyevi olanı haksız elde etmeye yönelişimiz tam bir çelişki arz etmektedir.

Bu gerçek ekonomik veya siyasi kriz zamanlarında tavan yapmakta fırsatçılık adeta en geçerli akçe konumuna yükselmektedir. Dindarların bu çelişkileri, dindar olmayan çevrelerin yaşantılarını daha bir tahkim etmekte ve onları dinden ve dini alandan uzaklaştırıcı bir etken olmaktadır. Günümüzde deist veya ateist olduğunu iddia eden kişilerin bu yöne gitmesindeki temel etkenlerin dindarlar tarafından sergilenen bu ahlaki çelişkiler olduğu kendi beyanlarından anlaşılmaktadır. Onların bu çelişkileri, dindarlar üzerinde sürekli görmeleri kendi ateist ve deist duruşlarını da güçlendirmektedir. Böylece takva boyutunu yakalayamamış Müslüman kişi; yaşantısıyla, doğrudan dine zarar verirken dolaylı olarak da din karşıtı akımların güçlenmesine ve insanların oralara doğru kaymasına katkı sağlamaktadır. (Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı-Güncel İnanç Problemleri, sf.154, İstanbul Aralık 2020, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı: 05.02.2020/5)

Din ve dini değerlerin, tarihi geçmişi olmasına rağmen, son zamanlarda giderek artan bir biçimde, bir kısım dini görünümlü cemaat, tarikat ve gruplar tarafından, ticari ve siyasi yönden dünyevi amaçlar için istismar edilmesi; dinin ve dine bağlılığın, insanlar katında değerini düşürmektedir. Bu durum, bazı insanları dinden uzaklaştırarak dinsizliğe ve ateizme sürüklemektedir. Dinin ticari ve siyasi ikbal için istismar edilmesi, düpedüz Kuran'ın ruhuna, İslam'ın evrensel ve ebedi amaçlarına aykırıdır. (Selim Özarslan, Ülkemizde Ateizme Yönelme Sebepleri, Diyanet İlmi Dergi cilt:55 sayı:4 Ekim-Kasım-Aralık 2019, sf. 1022)

Sayın Hâkim;

2011 sonrasında 5 milyon kayıtlı ve 2 milyon kayıtsız Suriyeli, 2 milyon Afgan, 2 milyon Afrikalı ile İranlı, Pakistanlı, Rus, Ukran ve sair 2 milyon sığınmacı ve kaçak Anadolu'ya sokulmuştur. Bu durumun milli dokumuzu bozmasının yanında; gelenlerin içerisinde yüksek sayıda Selefi cihatçı zihniyette kişiler mevcuttur. Selefiler, Bektaşilik dahil ehlisünnet geleneğinden gelen cemaat ve tarikatların baş düşmanıdır.

Emperyalizm tarafından kullanılmaya en yatkın gruplardan birisi olan Selefilik'e örnek olarak İŞİD ve El-Kaide verilebilir. Maalesef ki milyonlarca sığınmacı ve kaçağın kontrolsüzce ülkemize akın ettirilmelerinin sonucu olarak, Selefilik de Anadolu içerisinde hızla yayılmaktadır. Anadolu'nun demografisinin bozulması, Türk Milleti'nin kültür ve inancının bozulmaya çalışılması, Türk Devleti'ne casusların sokulması, Erdoğan'ın beyanlarıyla devlet kurumlarının resmî açıklamalarıyla doğrulanmaktadır.

Sözlerimde Erdoğan'ın kişiliğini hedef alan hiçbir hakaret unsuru yoktur. Eylem ve politikalarının eleştirisi vardır. Bunları Erdoğan'ın kendisi söylemekte, kabul etmekte ve hatta "Rabbim ve Milletim beni affetsin" diyerek, pişmanlığını dile getirmektedir.

Erdoğan'ın kendisinin kabul ettiği, benimsediği fikirlerinin tarafımca dile getirilmesi, Hakaret fiilinin TCK kapsamında tanımlanan unsurlarına uygun düşmediği için isnat edilen fiilin sübuta erdiğini kabul etmek mümkün değildir.

Sayın Hâkim;

Son olarak; sahip olduğum devlet terbiyesi sebebiyle, tüm Türk vatandaşlarının edinmesi gerektiğini düşündüğüm bir düstura değinmek zorundayım.

AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı en sert şekilde yıllardır eleştiriyorum. Bu eleştirilerimden dolayı hiç hakaret iddiası ile hakkımda soruşturma açılmadı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı eleştirdim, ancak hiç hakaret etmeyi düşünmedim. İzlediği politikalar ve yanlış bulduğum açıklamalardan ötürü ne kadar öfkelensem de hakaret etmeyi düşünmedim. Çünkü ister Cumhurbaşkanına hakaret için yasal düzenleme olsun ister olmasın; Recep Tayyip Erdoğan, armasında 16 Türk Devleti'nin varlığının ifade edildiği kadim Türk Devleti'nin son halkası olan Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet başkanıdır.

Benim geldiğim ve mensubu olmaktan şeref duyduğum Türk Milliyetçisi siyaset geleneğinde devlet başkanlarına hakaret edilmez. Siyasi olarak eleştirsek dahi, önünde Türk Sancağının eğildiği tek makam olan Türk Devlet Başkanı'na hakaret edilmez. O makamda olduğu sürece, o makama saygımızdan ötürü Cumhurbaşkanlığı makamını ve makamın onurunu sadece korumak değil aynı zamanda iç ve dış düşmanlara karşı savunmak da her namuslu Türk Cumhuriyeti yurttaşının görevidir. Ayrıca sayın Cumhurbaşkanı bilmektedir ki Ümit Özdağ gerek 15 Temmuz gerek 15 Temmuz sonrasında gerçek ve muhtemel saldırılara karşı Türkiye Cumhuriyeti'nin yanında, FETÖ gibi yapılanmalara karşı durmuştur.

Bununla beraber, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı makamında oturan herkesten, Erdoğan dahil, İstiklal Harbimiz Başkomutanı Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e saygı duyulmasını beklemek de bizim milli namusumuza düşen görevdir.

Aynı şekilde Cumhurbaşkanı olsa dahi; hataları söylemek ile hakaret etmeden ve eleştiri sınırlarını aşmadan eleştirmek, savunmamda bahsettiğim yargı kararlarında da belirtildiği gibi bir "yurttaşlık görevidir".

Nitekim benim burada bir başka davadan ötürü tutuklu bulunmamın nedeni, terörsüz Türkiye adı verilen, Öcalan ve PKK terör örgütü ile yapılan ikinci müzakere sürecine Zafer Partisi'nin karşı çıkmasıdır. Birinci terörle müzakere sürecinde analar ağlamasın diyerek yola çıkılmıştı. Elbette analar ağlamasın ancak müzakere ederek bir anlaşma sağlamaya çalıştığınız yapı, sorumlu, namuslu, sözüne güvenilir insanlar topluluğu değil ki. Aksine bu yapı Türkiye'ye düşman her devlet ile açık kapalı iş birliği yapmış, uyuşturucu dahil her türlü kriminal faaliyetin içinde olan bir katiller çetesidir.

Bu çetenin yöneticilerinin, binlerce insanı hiç acımadan ölüme gönderdiğini, binlerle asker ve sivili şehit ettiğini biliyoruz. Bundan dolayı birinci terörle müzakere süreci sonunda analar daha fazla ağlamıştır. Üstelik birinci terörle müzakere sürecinden istifade eden PKK; YPG adı altında Türkiye'nin göz yumması, hatta 2013'e kadar desteği ile Suriye'nin kuzeyinde yapılanma ve işgal fırsatı bulmuştur. O zaman PKK ile müzakere olmaz diye uyarmıştık, bugün de uyarıyoruz. Terörsüz Türkiye, Allah korusun, daha fazla terörlü bir Türkiye'ye yol açmamalıdır. Terör örgütü ve arkasındaki emperyalist güçler; 20. yüzyılın başında, Musul-Kerkük'ü vatandan kopararak petrol kaynaklarımızı gasp ettikleri gibi 21. yüzyılın başında da Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerimizi kopararak, hem su kaynaklarımızı gasp etmeyi hem de Türkiye ile Türk Dünyası arasındaki bağı kopartmayı amaçlamaktadırlar.

Dün olduğu gibi bugün de; PKK'ya güvenmenin doğru olmadığını söylüyorum, Zafer Partisi söylüyor. PKK'yı tatmin etmek için Anayasamızı değiştirmeyelim. Milli üniter ve laik devletten vazgeçmeyelim. PKK, gerçekten şartsız teslim olacak ise kimse buna karşı çıkmaz. İşte bugün, benim burada olmamın nedeni; PKK ile müzakere değil, mücadele edelim dememdir.

İktidarın çok sevdiği bir propagandist gazeteci vardır. İsminin baş harfleri ROK'tur. ROK, Öcalan ile müzakerelerin de gayrı resmi sözcüsüdür. ROK, İmralı süreci başladığı zaman; "Bu süreçte Türk Milliyetçiliği yapana, bedel ödetecekler." demiştir. Ben şimdi Silivri'de tutuklu olarak, Öcalan için rehin tutularak, bu bedeli ödüyorum.

Allah, Türk Milletini ve Türk Devletini korusun. Ben bu bedeli, hayatım boyunca güvenliği için mücadele ettiğim, Türk Milleti ve Türk Devleti için elbette öderim. Ben burada bulunarak; şehitlerimizin aziz anılarına, gazilerimizin değerli varlıklarına saygı duruşunda bulunuyorum.

Sayın Hâkim;

Sonuç olarak, suç unsuru olduğu iddia edilen sözlerim; yukarıda açıkladığım gerekçelerle, siyasi eleştiri sınırlarını aşmadığından, beraatımı talep ederim.

Anayasamızın 138. maddesinin 1 ve 2. fıkraları; "Hakimler görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasa, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.

Hiçbir organ, makam veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında, mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz." şeklinde düzenlenmiştir.

Bir Alman köylüsünün Berlin'de hakimler var diyerek, kralına kafa tuttuğu bir dünyada, Türkiye'de hakimlerin olduğunu, bazı vicdanların ve onurların, tek efendisinin sadece onur ve vicdan taşıyan o kişiler olduğunu biliyoruz.

"Adalet mülkün temelidir" düsturunu, sadece duvarda yazan bir yazı olmaktan çıkarıp, Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli yapacak olan husus; sizin, Anayasaya, yasalara, hakkaniyete ve hukukun diğer kaynaklarına uygun olarak ve Türk milleti adına, milletin vicdanına uygun ve bağımsız olarak vereceğiniz hükümdür.

Tüm Türk Milletine ve bağımsızlığını koruma mücadelesi veren Türk yargı mensuplarına saygılarımı sunarım.

SİYASET 29 Nisan 2025 Salı, 12:29

Yorumlar

Öne Çıkanlar

Diğer Haberler

Manchester City gözünü Galatasaraylı yıldıza dikti

Manchester City gözünü Galatasaraylı yıldıza dikti

Kurumlar vergisi beyanname süresi uzatıldı!

Kurumlar vergisi beyanname süresi uzatıldı!

Bursa'da traktör ile otomobil çarpıştı!

Bursa'da traktör ile otomobil çarpıştı!

Altın pasaport uygulaması tarihe karışıyor

Altın pasaport uygulaması tarihe karışıyor

Kenan Yıldız'ın cezası belli oldu!

Kenan Yıldız'ın cezası belli oldu!

Yağ fabrikasında yangın

Yağ fabrikasında yangın